9 Ocak 2016 Cumartesi

Masumiyet Müzesi'nde Olmayan Bir Bavul



Yazının başlığındaki bavulu 2006'da, Orhan Pamuk'un ödül törenindeki sözleriyle (1) öğrenmiştik.

Nobel ödülü almış bir yazarın konuşmasında babasından söz etmesi anlaşılabilir.

Peki ben niçin bu konuda yazma gereğini duydum?

Bilmiyorum.

Belki ben de yaşamımla özlediklerim arasında sıkıştığım, kendimi hep Orhan ve Gündüz Pamuk arasında bir yerde hissettiğim için.

"Babamın bavulu" başlığını görünce heyecanlanmıştım. Bir yazarla babası arasındaki ilişkinin özel yönlerini göreceğimi sezmiş, bunun bir tür teşekkür olabileceğini düşünmüştüm.

Bu yüzden konuşmanın içeriği beni şaşırttı. Yazarların adı konmayan görevlerinden biri okurlarını şaşırtmak değil midir zaten?

Nobel kazanmış bir yazarın sevincinden, babasına verdiği değerden çok bir tür hesaplaşma sezmek beni üzdü. Gözlerimin önünde günlük yaşamın canlı akışında olup hep yazmanın güzelliğini özleyen bir babayla yaşamını edebiyata verip karşılığını da aldığı halde sıradan yaşamların kaygısız rahatlığına gıptayla bakan oğlunun resmi canlandı.

Belki düşüncelerimizin her noktasına sinen doğulu bakış açımız, sorgulamadan büyüklerin söylediklerini kabullenme geleneğimiz Pamuk'un babasının yazdıklarını beğenmesini, onun katkılarını daha da fazla vurgulamasını, "İşte ben onun hep yapmak isteyip de yapamadıklarını yaptım. Onun emeklerinin, düşüncelerime süzülen ince sözlerinin, öğütlerinin, desteğinin büyük katkısı oldu, benim başardıklarım onun yazdıklarının devamıdır" demesini gerektiriyordu. Bunu
göremediğim için konuşmayı yadırgıyordum.

Şimdi Orhan Pamuk Masumiyet Müzesi'nde (2) romanının karakteri Kemal'in eşyalarını sergiliyordu. Proje için büyük emek ve para harcanmıştı. Romancı için kitaptaki bir karakter yaşamın önüne geçebilir miydi? Gerçek insanların geçmişine ışık tutmak yerine hayali bir kişi için geçmiş oluşturmanın nasıl bir anlamı olabilirdi? Yoksa romanda yaratılan gerçek yeterli güce ulaştığında gerçeği gerçeğin kendisinden bile daha iyi mi anlatırdı?

Masumiyet Müzesi'nde Orhan Pamuk'un eşyalar üzerinden İstanbul'u ve kendi hayatını anlatmaya devam ettiği söyleniyordu. Masumiyet Müzesi yazarın müzesi olsa burada Orhan Pamuk'un babasının bavulu da olur muydu?

Sorular kafamda büyüdü.

İşte bu yüzden bakışlarımı altı yıl öncesinin sayfalarına çevirdim.

....

Bütünüyle etkileyici ve anlamlı olan konuşma (1) hem yazarla babası arasındaki ilişkiyle ilgili ipuçları veriyor, hem de artık tarihe geçmiş olan bu bavulu ayrı bir konuma çıkarıyordu.

"Bu bavul benim için geçmişten ve çocukluk hatıralarımdan çok şey taşıyan tanıdık ve çekici bir eşyaydı, ama şimdi ona dokunamıyordum bile. Niye? Elbette ki bavulun içindeki gizli yükün esrarengiz ağırlığı yüzünden."

"Babamın büyük bir kütüphanesi vardı, gençlik yıllarında, 1940’ların sonunda, İstanbul’da şair olmak istemiş, Valery’yi Türkçe’ye çevirmiş, ama okuru az, yoksul bir ülkede şiir yazıp edebi bir hayatın zorluklarını yaşamak istememişti."

"Babamın babası –dedem- zengin bir iş adamıydı, babam rahat bir çocukluk ve gençlik geçirmişti, edebiyat için, yazı için zorluk çekmek istemiyordu. Hayatı bütün güzellikleriyle seviyordu, onu anlıyordum."

"Beni babamın bavulunun içindekilerden uzak tutan birinci endişe tabii ki okuduklarımı beğenmeme korkusuydu. Babam da bunu bildiği için tedbirini almış, bavulun içindekileri ciddiye almayan bir hava da takınmıştı."

"Ama edebiyatı yeterince ciddiye almadığı için babama kızmak bile istemiyordum."

"Çünkü babamın bavulundan gerçek, büyük bir edebiyat çıkarsa babamın içinde bir bambaşka adam olduğunu kabul etmem gerekecekti. Bu korkutucu bir şeydi. Çünkü ben o ilerlemiş yaşımda bile babamın yalnızca babam olmasını istiyordum; yazar olmasını değil."

"Benim için yazar olmak, insanın içinde gizli ikinci kişiyi, o kişiyi yapan alemi sabırla yıllarca uğraşarak keşfetmesidir: Yazı deyince önce romanlar, şiirler, edebiyat geleneği değil, bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne."

"Babamın çantasını açıp defterlerini okumaktan korkuyordum, çünkü benim girdiğim sıkıntılara onun asla girmeyeceğini, yalnızlığı değil arkadaşları, kalabalıkları, salonları, şakaları, cemaate karışmayı sevdiğini biliyordum. Ama sonra başka bir akıl yürütüyordum: Bu düşünceler, çilekeşlik ve sabır hayalleri benim hayat ve yazarlık deneyimimden çıkardığım kendi önyargılarım da olabilirdi. Kalabalığın, aile hayatının, cemaatin ışıltısı içinde ve mutlu cıvıltılar arasında yazmış pek
çok parlak yazar da vardı."

"Babamın bir yazara fazlasıyla yetecek bin beş yüz kitaplık iyi bir kütüphanesi vardı. Yirmi iki yaşımdayken, bu kütüphanedeki kitapların hepsini okumamıştım belki, ama bütün kitapları tek tek tanır, hangisinin önemli, hangisinin hafif ama kolay okunur, hangisinin klasik, hangisinin dünyanın vazgeçilmez bir parçası, hangisinin yerel tarihin unutulacak ama eğlenceli bir tanığı, hangisinin de babamın çok önem verdiği bir Fransız yazarın kitabı olduğunu
bilirdim."

"Bir yanda bizim, pek çok ayrıntısını sevdiğim, sevmekten vazgeçemediğim yerel dünyamız, İstanbul’un kitapları ve edebiyatı vardı, bir de ona hiç benzemeyen, benzememesi bize hem acı hem de umut veren Batı dünyasının kitapları. Yazmak, okumak sanki bir dünyadan çıkıp ötekinin başkalığı, tuhaflığı ve harika halleriyle teselli bulmaktı. Babamın da bazen, tıpkı benim sonraları yaptığım gibi, kendi yaşadığı hayattan Batı’ya kaçmak için roman okuduğunu hissederdim.

"Yirmi beş yıl Türkiye’de yazar olarak ayakta kalabilmek için kendimi bir odaya kapattıktan sonra, yazarlığın içimizden geldiği gibi yazmanın, toplumdan, devletten, milletten gizlice yapılması gereken bir iş olmasına, babamın bavuluna bakarken artık isyan ediyordum. Belki de en çok bu yüzden babama yazarlığı benim kadar ciddiye almadığı için kızıyordum."

"Kapayıp kaldırdığım bavulun bende kısa sürede uyandırdığı iki temel duygudan hemen söz ettim: Taşrada olma duygusu ve hakiki olabilme (authenticity) endişesi."

"Ama taşrada olma duygusunu ve hakikilik endişesini ancak onlar hakkında romanlar, kitaplar yazarak (mesela taşralılık için Kar, İstanbul; hakikilik endişesi için Benim Adım Kırmızı ya da Kara Kitap) bütünüyle tanıyabilmiştim."

"Herkesin bildiği ama bildiğini bilmediği şeylerden söz etmektir yazarlık."

"Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu."

"Babamın bıraktığı yerde günlerdir hâlâ duran bavulu bu iyimser düşüncelerle açtım ve bazı defterleri, bazı sayfaları bütün irademi kullanarak okudum."

"Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. Yalnız zevkine ve zekasına güvendiğim için değil, annemin aksine, babam yazar olmama karşı çıkmadığı için de onun onayını almak benim için önemliydi."

"... babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi."

Orhan Pamuk da, babası Gündüz Pamuk da yazmıştı. Belki benzer nedenlerle edebiyata ilgi duymuşlar, yaşadıkları döneme uygun olanı yapmışlardı. Bugünün yazarları belki yalnız kalmaktan korktukları için kendilerini yalnızlığa mahkum edip yazıyorlar. İnternet çağı değişimi tamamlandığında belki yazmanın ve yaşamanın tanımı yeniden yapılacak. Artık "bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içine dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan"lar
daha farklı olacak. Ama yöntemler değişse bile neden yazıldığı sorusunun yanıtları Orhan Pamuk'un konuşmasında söylediklerinden çok farklı olmayacak.

"İçimden geldiği için yazıyorum! Başkaları gibi normal bir iş yapamadığım için yazıyorum. Benim yazdığım gibi kitaplar yazılsın da okuyayım diye yazıyorum. Hepinize, herkese çok çok kızdığım için yazıyorum. Bir odada bütün gün oturup yazmak çok hoşuma gittiği için yazıyorum. Onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. Ben, ötekiler, hepimiz, bizler İstanbul’da, Türkiye’de nasıl bir hayat yaşadık, yaşıyoruz, bütün dünya bilsin diye yazıyorum. Kağıdın,
kalemin, mürekkebin kokusunu sevdiğim için yazıyorum. Edebiyata, roman sanatına her şeyden çok inandığım için yazıyorum. Bir alışkanlık ve tutku olduğu için yazıyorum. Unutulmaktan korktuğum için yazıyorum. Getirdiği ün ve ilgiden hoşlandığım için yazıyorum. Yalnız kalmak için yazıyorum. Hepinize, herkese neden o kadar çok çok kızdığımı belki anlarım diye yazıyorum. Okunmaktan hoşlandığım için yazıyorum. Bir kere başladığım şu romanı, bu yazıyı, şu sayfayı artık bitireyim
diye yazıyorum. Herkes benden bunu bekliyor diye yazıyorum. Kütüphanelerin ölümsüzlüğüne ve kitaplarımın raflarda duruşuna çocukça inandığım için yazıyorum. Hayat, dünya, her şey inanılmayacak kadar güzel ve şaşırtıcı olduğu için yazıyorum. Hayatın bütün bu güzelliğini ve zenginliğini kelimelere geçirmek zevkli olduğu için yazıyorum. Hikâye anlatmak için değil, hikâye kurmak için yazıyorum. Hep gidilecek bir yer varmış ve oraya —tıpkı bir rüyadaki gibi— bir türlü
gidemiyormuşum duygusundan kurtulmak için yazıyorum. Bir türlü mutlu olamadığım için yazıyorum. Mutlu olmak için yazıyorum."

....

Bu yazıya başlarken amacım Orhan Pamuk ve babası arasında edebiyat ekseninde oluşan ilişkiyle ilgili ipuçları bulmaktı. Aynı dönemlerde yaşadığımız için duygu ve düşüncelerini anlayabileceğimi sanıyordum. Bizim gençlik dönemimizde önceki kuşakların gençlerden çağdaş batı dünyasını bilimde, teknolojide ve sanatta yakalamaları beklentisi vardı. Ama insanın, yaşamın ve dünyanın karmaşıklığı sorulara net yanıtlar bulmayı hep engelliyor. Bu yüzden bazen gerçekte neler yaşadığımızı, duygularımızı ve düşüncelerimizi ancak romanlardan öğrenebiliyoruz.

Kafamda "Babasına biraz haksızlık mı yaptı acaba? Yoksa babası mıydı yazmayı küçümseyerek asıl haksızlığı yapan?" gibi sorular vardı. Pamuk ne diyordu konuşmasında? Babasını yüceltmek mi, yermek için mi değinmişti bavuldaki eski defterlere? Cevdet Bey'le tartışılmaz bir roman derinliği yakalayıp Yeni Hayat ve Beyaz Gemi ile farklı limanlara yol alan yazar Masumiyet Müzesi'ni açıp romancılığını yaşama taşıyarak ona katılmanın bir yolunu bulmayı mu amaçlamıştı?

Bulabildiğim, yazmaya yaşamını veren bir yazarın ulaştığı derinlik ve bu sürecin zorluklarıyla ilgili ipuçları oldu.

Orhan Pamuk'la ilgili bazı eleştiriler var, bunlarda haklılık payı da olabilir. Dili genelde kabul gören Türkçe ve edebiyat anlayışına uymayabilir. Türkiye'den tek bir kişi edebiyat ödülü alacaksa doğru adın kim olabileceği tartışılabilir. Seçim komitesi sonuçta yine de dışardan bakmaktadır. Oysa çocukluğundan beri yazarın ülkesinde yaşayıp onun ve başkalarının o dilde yazdığı kitapları okuyanlar bazı açılardan daha ayrıntılı bir değerlendirme yapabilirler.

Değinmek istediğim nokta varsa dildeki bazı sorunlarının bile romancıya gölge düşüremeyeceği, buna inanıyor olmam. Yakın bir gelecekte yazma sürecinin bilgisayar desteğiyle (3) köklü bir değişime girmesi beni hiç şaşırtmaz. İyi bir romanının dil sorunlarından kurtulabileceği yapıt çevrilince açıkça görülüyor. Bir çevirinin dili aslından iyiyse elbette bunda çevirmenin payı büyüktür ama dünyayı algılama biçimi, her biri bir imgeye ya da nesneye karşılık gelen sözcüklerin özenle bulunması, tüm ayrıntıların kusursuz bir bütünlük için özenle seçilip birleştirilmesi gibi birçok ayrıntı yazarın başarısını ortaya koymaktadır. Bir anlamda roman dilden ve sözcüklerden bile bağımsızdır, ortaya çıkan bütünlük bir anlama ulaştıysa o artık canlıdır. Yazarın tüm duygu ve düşüncelerinin somutlaşıp yaşadığı ayrı bir boyut olmuştur.

Bir zamanlar keyifle izlediğim Uzay Yolu dizisinin bir bölümünde Kaptan Kirk, Mr. Spock ve ekiplerini epey uğraştıran bir canlı vardı.. Bedenlerini kontrol edip kendi istediklerini yapıyordu. Önce bunu tam anlayamıyorlar, bazı sorularla karşıdakinin gerçek kaptan mı, yoksa dışarıdan gelen canlı mı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Sonuç alamıyorlardı, çünkü o, kaptanı kaptan yapan neyse onu ele geçirmişti. Davranışlarında ve söylediklerinde en küçük bir açık vermiyor, kaptanı kendisi yaşatmış oluyordu.

İşte romanı da roman yapan neyse, teknik sorunları, dil yetersizliği bunlardan çok sonra bir yerde düşünülmesi gereken özelliklerdir. Yazılanlarda bu öz varsa çevrildiğinde ya da bir başka yazar tarafından yeniden yazıldığında bu özellik kalırken önceki sorunlar ortadan kalkar. Ama yapıt yine ilk yazanın olur. Çünkü o romanı roman yapan neyse bunları o bulup bir araya getirmiştir.

....

Sanırım Masumiyet Müzesi, kurgulanan gerçeğin yaşananların önüne geçebileceğini gösteriyor. Romanlar yaşamdan beslenir ama yazarın dünyasında yaratılan yeni kentlerde, gerçekte olmayan kişilerce yaşanır. Çıkan sonuç şaşırtıcı olabilir. Bir roman içine yayıldığı kesitte görünenin çok daha fazlasını verebilir. Bir romanla bir kenti buluşturan Masumiyet Müzesi çok ilginç ve anlamlı bir deney olmuştur.

Peki müzede gerçek bir bavula yer bulunabilir mi?

Öte yandan... Henüz Masumiyet Müzesi'ni gezmedim. Belki de bavul müzenin özenle hazırlanmış bir yerinde duruyordur.


1. Orhan Pamuk: Babamın bavulu, Nobel konuşması, 2006, © THE NOBEL FOUNDATION 2006
2. Masumiyet Müzesi, http://www.masumiyetmuzesi.org

3. Mehmet Arat, Bilgisayar Destekli Edebiyat, http://mehmetarat2000.blogspot.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder